6 Eylül 2017 Çarşamba

Gani Baba’nın Muskası

Sivas vilayetinin Divriği kazasında Anzagar isminde bir köy vardı. Gani baba isminde alim ve fâzıl bir zat bir Bektaşi tekkesi açmıştı. Ve başına kalabalık bir muhip kitlesi toplamıştı. Gani Baba’nın şöhreti günden güne etrafa yayılıyordu. O nisbette de muhiplerinin adedi arttıkça artıyordu. Hatta, Sarı Çiçek yaylası’nın en ücre köşelerine çekilip derebeyi saltanatı süren aşiret reisleri bile ona karşı büyük bir hürmet besliyor, vakit vakit ziyaretine geliyorlardı.
Arapkir civarında, Maraş yakınlarına kadar yayılmış olan meşhur Atma Aşireti’nin Reisi Battal bey isminde bir zat vardı. Bu zat da Gani baba’nın kerametine inananlardandı. Günün birinde Battal Bey’in koyun sürülerini bekleyen koca çoban köpeklerinden biri hastalandı. Yapılan ilaçlar fayda etmedi. Battal bey son derece müteessir bir halde düşünürken birden bire aklına Gani Baba geldi. Derhal hasta köpeği bir hayvanın sırtına yüklettirdi. Yanına semiz bir koyun katarak adamlarına teslim etti. “Bunları, baba erenlere götürün. Köpeğe bir muska versin. Koyunu da kessin, afiyetle yesin” dedi. Battal Bey’in adamları köpekle koyunu tekkeye götürdü. Gani Baba’ya teslim ettiler. Battal Bey’in söylediklerini de söylediler, Gani baba oturdu, hemen bir muska yazdı. Köpeğin boynuna taktı. Hasta hayvanı tekrar Battal bey’e yolladı. Aradan birkaç gün geçti. Köpek tamamen iyileşti. Battal Bey’in de artık keyfi yerine geldi.
Bu mesele derhal etrafa yayılmaya başladı. Divriği kasabasında fena akisler yaptı. Divriği Kadısı, bu meseleyi duyar duymaz fena halde hiddetlendi: “Vay zındık herif! Köpeğin boynuna muska asmış ha! Bu dinsiz Bektaşi’nin katli vaciptir” diye bağırıp çağırmaya başladı. Kadının taassup damarları o kadar galeyana geldi ki dayanmadı. Hemen kağıt kaleme sarılarak, “Burada, Gani baba isminde bir zındık ve mülahhid türemiştir. Kuranı mübinin ayetlerinden muskalar yazıp köpeklerin boyunlarına takıyor. Bundan dolayı halk heyecan içindedir. Bu herifin derhal şer’an icabına bakılmazsa, çok fena neticeler husule gelecektir” diye resmi bir tahrirat yazdı. İstanbul’a şeyhüsislama yolladı.
O tarihte şeyhülislam Dürrizade Abdullah Efendi idi. Bu zat fena halde hiddetlendi. Derha Gani Baba’nın katline fetva vermek istedi. Fakat Sultan Hamid’in de iradesini almak için Devriği Kadısı’nın tahriratını, Mabeyn baş kitabetine gönderdi. Sultan Hamid, kadının tahriratını dikkatle gözden geçirdi. Buna ciddi bir mana veremedi.
“Derhal bir heyet gitsin. Bu meseleyi tahkik etsin. Eğer Divriği Kadısı’nın sözleri doğruysa o Bektaşi Babası muhafaza altında İstanbul’a getirilsin” diye iade etti.
Saray adamlarından, Bab-ı ali erkanından ve şeyhülislam tarafından intihab edilen ulemadan mürekkeb bir heyet seçildi. Divriği’ye gönderildi. Tahkikata girişildi. Divriği Kadısı yana yakıla meseleyi anlattı. “Daha birkaç gün evvel, o taraftan gelenleri isticvap ettim. Muska daha halen köpeğin boynunda asılı imiş. Bundan daha kuvvetli delil olur mu? Bu herif mutlaka, şer’an katledilmelidir” diye bağırmaya başladı. Heyet tarafından Battal Bey’in köyüne zaptiyeler gönderildi. Köpek getirildi. Muska, hakikaten köpeğin boynundaydı.
Derhal kaymakamın odasında bir meclis kuruldu. Evvela Divriği Kadısı tarafından bildirilen muskanın, köpeğin boynunda asılı olduğuna dair bir zabıt tutuldu. Sonra büyük bir merak ve heyecanla açılan muska okundu. Köpeğin boynundan çıkarılan kağıtta, şu satırlar bulunuyordu:
Tamah ettim etine,
Muska verdim itine,
Tutarsa tutmazsa da ipime…
Kadı fena halde bozuldu… Birkaç saniye evvel, hiddetli bir galeyanla sinirlerin gerilmiş olduğu oda şimdi kahkahalarla dolmuştu. Mesele, heyet reisinin pek hoşuna gitti. İstanbul’a kadar avdeti beklemeyerek neticeyi telgrafla derhal Sultan Hamid’e bildirdi. Ertesi gün saraydan şu cevap geldi: “Gani Baba’yı korkutmadan, incitmeden İstanbul’a getiriniz.”
Gani Baba davet edildi. Heyetin refakatinde olarak izzet ve ikramla İstanbul’a getirildi. Sultan Hamid o garip muskayı veren Bektaşi babasını bizzat görmek istedi. Gani Baba saraya geldi. Fakat saray erkanı tarafından şöyle bir itiraz vukua geldi: “Şimdiye kadar, başında Bektaşi tacı olduğu halde kimse padişahın huzuruna girmemiştir. Buna binaen bu Bektaşi babası tacını çıkarmalı ve fes giymelidir.”
Gani Baba da bu sözlere itiraz etti: “Bu tac, kafamdan çıkmaz. Eğer onu zorla çıkarmak isterseniz, doğrudan doğruya kafamı kesersiniz” dedi ve ayak diredi. Nihayet düşündüler, taşındılar, gayet büyük bir fes buldular. O fesi, tacın üzerine giydirdiler. Böylece Gani Baba’yı padişahın huzuruna idhal ettiler. Gani Baba, Sultan Hamid’le gayet tabii bir surette karşılaştı. Hiçbir teklif ve resmiyet gözetmeyerek, “Padişahım! Ben saf bir köylüyüm. Ömrümde, zaptiye ve tahsildarlardan başka devlet memuru görmedim. Bir kaza kaymakamı ile dahi görüşmedim. Şayet bur kusurum olursa affet” diye konuşmaya başladı. Esasen Gani Baba’nın muskası, Sultan Hamid’in nazarı dikkatini celbetmiş, onun zekasını takdir eylemişti. Babanın kıyafeti ve bu sözleri, padişahın bir kat daha hoşuna gitti. Bektaşilerin hiçbir şahsi ihtiras beslemediklerini duymuş olan Sultan Hamid, Gani Baba’nın bu husustaki hissiyatını öğrenmek istedi.
“Baba erenler! Herkes dünyada zengin olmak, mesut ve bahtiyar yaşamak ister. Bu hususta sen ne düşünüyorsun, dünya saadeti nedir” dedi. Gani Baba gevrek gevrek gülerek, “Padişahım, dünyanın en büyük saadeti, iştiha ile yemek yemek ve yediğini de rahat rahat defetmektir” diye cevap verdi. Ve eğer Sultan Hamid’in yerinde bir başka hükümdar olsaydı, ihtimal ki Gani Baba’nın bu sözleri müstehcen bulunur, derhal huzurundan tardederdi. Fakat Sultan Hamid gayet iştahsız yemek yer ve daima da inkıbaz çekerdi. Buna binaen Gani Baba’nın cevabı pek hoşuna gitti. Derin derin içini çekerek, “Çok doğru söyledin baba, hakikaten dünyanın saadeti senin söylediğin gibidir” diye mukabele ettikten sonra, “Söyle bakalım baba, benden ne istersin” dedi. Baba yine gülümsedi ve müstehzi bir eda ile, “Biliyorsun ya padişahım… İtlere muska yazıp geçiniyordum. Kendi şahsım için hiçbir şey istemem. Versen de kabul etmem. Ancak şu var ki benim tekkem mihmansız kalmıyor. Tarlalarımın ekinleri de misafirlerime kafi gelmiyor. Eğer İncesu’daki araziyi tekkeme verirsen sevaba girersin” dedi. Sultan Hamid derhal bu araziyi Gani Baba’ya bahşetti.

Bana bu hikayeyi nakledenlerin rivayetlerine göre, bu aralık bu arazi yüzünden, o civardaki köylülerle Gani Baba arasında bir ihtilaf zuhur etmiş. Gani Baba bu köylülere, “Be herifler… Ben o toprakları koskoca padişaha yedirmekle, sıçmayı öğreterek aldım” dermiş.

(Türk Edebiyatında Bektaşi Fıkraları, Dursun Yıldırım, Akçağ Yayınları 286)

13 Haziran 2017 Salı

SAİD-İ KÜRDİ 
NURCULUK 
FETULLAH GÜLEN

 

Said-i Kürdi'nin 1876 yılında bir Türk Şehri olan Bitlis ilimizin Hizan kasabasına bağlı Nurs Köyünde dünyaya geldiği söylenir.


                                                                



Hayatının ilk döneminde,siyasi alanda faaliyet gösteren Said,aşırı “kürt milliyetçisi” olarak devlete karşı bir politika savunmuştur..

 

Her “ayrılıkçı kürt” ün aklında olan sözde “kürd..tan projesini”  hayata geçiremeyen Said-i Kürdi, yönünü islama çevirir….

                                                             

Hayatının ikinci döneminde islama ağırlık veren Said,ilmi kariyeri ve hatta okuma yazması bile olmadığı halde, Kuran-ı Kerim-i kendi dünya görüşüne göre yorumlamış ve bu yorumlarını ,kendi söylediğine göre “Nur Şakirtleri” denen yardımcılarına yazdırmıştır..Bu yazıların toplandığı kitaplara da “Nur Risalesi” adını vermiştir. Daha sonra kendi adını da Said-i Nursi olarak değiştirir..Artık ortada bir nurculuk akımı vardır..

                         



Said-i Kürdi’nin en büyük düşmanı ulu önder ATATÜRK’tür..
Baş Komutan Gazi MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ün vefatından sonra,
Said-i Kürdi, gelen hükümetlerden  her zaman destek görmüştür…
(Uzantılarının günümüzde gördüğü gibi…Bkz:irtica). 
Atatürk’e küçük Deccal deme cüretini gösteren Said-i Kürdi’ye göre 
Nur suresi kendisi için inmiştir.
(Kaynak: Asayı Musa ve Zülfikar adlı risaleleri..sf:23/sf:12;İstanbul.1973)

 

 Yaşadığı dönem içinde, Van’da Mısır'da ki El Ezher İslam Fakültesi benzerini kurmak için çalışan,Volkan Gazetesinde sözde “kürd..tanın” bağımsızlığı yolunda kışkırtıcı, tahrik ve teşvik edici yazılar yazan, 31 Mart ayaklanmasına katılan ,Milli Mücadelenin zor olduğu günlerde kürt teali cemiyetinin kurucuları arasında olup Milli Birlik ve beraberliği bozmak için elinden geleni yapan Said-i Kürdi bir Türk şehrinde yani Urfa ilimizde 24 Mart 1960 yılında ölmüştür..(Kaynak:Genel Kurmay Arşiv Daire Bşk.:Volkan gazetesinin 15 Aralık 1908 tarihli İstanbul çıkışlı baskısı sütun 4,buna mütakip ocak 3 1909, şubat 13 1909 baskılı Volkan gazeteleri.)


Bizim için şaşılacak nokta, onun şu veya bu davranışı değil, onbinlerce, belki yüzbinlerce gafil Türk gencinin , bu cahil Kürd'ün arkasından gitmesi, onun cahilâne ve hâinâne öğütlerine körü körüne boyun eğmesidir.

 

Said-i Kürdi’nin en başarılı talebelerinden olan Fetullah Gülen(hakkında daha detaylı bilgi için bakınız: http://www.fethullah.has.it/)günümüzde bu akımı siyasi alana taşımış ,rejim karşıtı olarak faaliyet göstermiştir..”Örümcek Ağı” şeklinde bir örgütlenmeye giden F.Gülen bunda başarılı olmuş ve günümüzde T.C.Emniyet Genel Müdürlüğü gibi önemli bir devlet kurumunun tamamına yakınını ele geçirmiş, devletin diğer yüksek makamlarında söz sahibi olabilecek konuma gelmek için “kadrolaşma hareketini” başarıyla tamamlamıştır… Türk ordusuna sızma çalışmaları 
hızla devam etmektedir…


Siyasi alanda ve buna bağlı olarak ekonomik alanda “örgütlenme” faaliyetlerinde başarılı olan cemaat lideri F.Gülen bu gün Türkiye’deki “yeşil sermaye” adı verilen ekonominin önemli bir kısmını kontrol etmektedir…İnsanın bu kadar güce ulaşması için gücün yanında olması gerekir..F.Gülen, işte  bunu yapmıştır..Devleti yöneten siyasi hükümetlerle çok iyi geçinmiş, devletin en üst kademelerinden davet görmüş ve protokollerde ön sıralarda yerini almıştır.….
Dönemin Başbakanı Tansu Çiller ile birlikte…

Dönemin Başbakanı Bülent Ecevit ile birlikte..

 


Dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ile birlikte..


Bugünün Başbakanı R.T.Erdoğan ile birlikte.(Not:Bu resmin çekildiği tarihte R.T.E İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanıydı.Aynı zamanda İstanbul’daki “yeşil sermayenin” de başındaydı.Bu sermaye gelecek için önemliydi.)

 

Gittikçe büyüyen ve büyüdükçe tehdit ve tehlike oluşturan F.Gülen’in iç yüzüne 2000 yılında “birileri” tarafından derin! bir çizik atıldı...Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi Başsavcısı Nuh Mete Yüksel aracılığı ile,Laik Devlet yapısını değiştirerek yerine dini kurallara dayalı bir devlet kurmak amacıyla yasadışı örgüt kurup bu amaç doğrultusunda faaliyetlerde bulunmak.” Suçuyla hakkında dava açıldı…Hakkında açılan davadan sonra Amerika’ya kaçan(yada gönderilen) F.gülen halen Amerika’da yaşamaktadır…(İddianamenin tam metni için bakınız: http://www.belgenet.com/dava/gulendava_01.html )
Belkide bütün bunlar,artık F.Gülen’in Türkiye’ye dar geldiğinin ve rahat çalışması için yurtdışında olması gerektiğinin bir göstergesi ve kaçış planına uygulanan bir kılıftır..Çünkü artık Atatürk’ün Türkiye’si bu örümcek kafalıların örümcek ağları ile sarılmış, devletin stratejik kadroları, örülen bu ağa yakalanmıştır.Bundan sonra F.gülen ne bağımsız T.C.Mahkemelerinde yargılanabilecek ne de ceza alıp hüküm giyecektir.Çünkü Türkiye'de Fetullah'ı namı diğer hocaefendiyi yargılayıp hüküm giydirecek hiç bir güç kalmamıştır..





Bunu sizde birilerine yollayıp haberdar etmek istiyor iseniz onca yıl boşa okumamış olursunuz. Eğer ki atmıyorsanız zaten sizde bir örümcek beyin olma yolunda ilerliyorsunuzdur.

Divriği denilince akla gelen ilk üç şey

Divriği denilince akla gelen ilk üç şey: 

Ulu Camii, 

Demir Madeni 
ve Türküler…

Divriği Ulucamii ve Darüşşifası

Divriği Ulucamii 1228–29 yıllarında Mengücekli beyi Ahmed Şah tarafından, Dârüşşifa ise aynı tarihte, Ahmed Şah'ın eşi ve Erzincan beyi Fahreddin Behramşahın kızı olan Turan Melek tarafından Ahlatlı Muğis oğlu Hürrem Şah adlı bir mimara yaptırılmıştır. Yapımı 15 yılda tamamlanan külliyede, başta kapılar ve sütunlar olmak üzere, külliyenin bir çok yerinde bulunan, Ahlat'lı ve Tiflis'li taş ustalarının elinden çıkan, taş işçiliğinin en nadide ve ince örneklerini yansıtan harikulade motifler, tüm dünyanın ilgi ve dikkatini çekmektedir. Darüşşifa caminin güney duvarına dayanmıştır. Orta bölümü bir ışıklık kubbesi ile örtülmüştür, giriş ile birlikte dört eyvandan oluşur. Darüşşifanın kuzeydoğu köşesinde türbe yer alır. Divriği Ulu Camii ve Darüşşifası 1985 yılında UNESCO Dünya Mirası Listesine alınmıştır. 1650 senesinde Divriği'ye gelen Evliya Çelebi, esere hayran kalmış, duygularını şöyle ifade etmiştir ; “ Üstad, bu camiye öyle emek sarfedip, kapı ve duvarları öyle nakış bukalemun eylemişki Methinde diller kısır, kalem kırıktır”. Görenleri kendisine hayran bırakan bu  muhteşem abide eser, sanat tarihçileri tarafından “Divriği Mucizesi”, “Anadolu'nun Elhamrası” gibi ifadelerle tanımlanmıştır. Eser, zamana ve doğa şartlarına karşı ayakta duruyorsada korunması ve uzman kişiler tarafından restorasyon yapılması gerekmektedir.



Divriği Demir-Çelik Madenleri Müessesesi

1938'de üretime başlayan Divriği Demir-Çelik Madenleri Müessesesi, ülkemizin Demir Madeni ihtiyacının büyük bölümünü karşılayan bir maden işletmesidir. Kuruluşundan bu güne memleketimizin her yerini oylum oylum oymuş, milyonlarca ton demir cevheri trenlerle İskenderun ve Karabük'e taşınmıştır. Madenin taşındığı yerler ihya olmuş, Divriği'ye de madenin pasası, tozu toprağı kalmıştır. Derelerimiz maden toprağı harfiyatlarıyla dolmuş, ırmağımızdan zehir akar olmuş, gökyüzünden kurum yağar olmuştur. Maden üretiminden dolayı ülke ekonomisine büyük katkıları olan ilçemiz, yeterli devlet desteği alamamıştır. Kısacası topraklarımız sömürülmüştür.





Türkülerin anavatanıdır Divriği

Dilden dile, gönülden gönüle, yüzyıllardır söylenen güzel türkülerimiz vardır. Derlenememiş, unutulmuş türkülerimiz bile vardır belki. Nuri Üstünses, Muzaffer Sarısözen, Mahmut Erdal, Ali Kızıltuğ, Nida Tüfekçi, Yücel Paşmakçı ve adını sayamadığım, türkülere gönül vermiş bir çok yüce insan sayesinde günümüzde Divriği türkülerini dinleyebiliyoruz. Yazılı kültürün zayıf olduğu, ve yaşatılmadığı geçmişimizde “Telli Kuran” ( Saz, Bağlama ) sayesinde, Dedelerimiz, Zakirlerimiz bu kültürü yaşatmışlardır. “ Türküleri yakanlar, yasaları yapanlardan daha güçlüdür” demişler ama yasaları yapanlar, türküleri yakanlara hep karşı olmuşlardır.Çünkü Türkü; başkaldırıdır, isyandır düzene karşı. Anadolu'da ve Divriği'de halk, duygu ve düşüncelerini Türkülerle dile getirir, bazen bir ağıttır, bazen bir halay. Beğendiğiniz bir türküyü araştırdığınızda Divriği türküsü olma ihtimali yüksektir. Divriği türkülerinin kuşaklar boyunca dinlenmesi dileğimle, Türkülerle kalın.




9 Kasım 2013 Cumartesi

Kız Köprüsü Yıkılmasın



   Kız Köprüsü Yıkılmasın

    1799 - 1800 yıllarında Köse Mustafa Paşa tarafından yaptırılmıştır.


    Çetin Boğazlar ve sarp kayalıklar nedeniyle batıya kapalı bir kasaba olan Divriği'yi 
    Ziniski - Sincan - Yağbasan - Karabel üzerinden Sivas'a bağlamak için Çaltı suyu üstüne inşa ettirilmiştir.


    Bu suyun üstündeki köprülerin en büyüğüdür. Üç gözlü olup 70 m. uzunluğundadır.


   Az ilerideki Pamuklu hanla birlikte Divriği Batı caddesinin başlangıcı sayılır.



Rivayete göre aynı yerdeki eski bir köprünün adını taşımaktadır.


Köse paşa "Sincan çiftliğine gidip gelirken bir yıkık köprüye , birde kayalıklara asılı kalmış büyük bir taşa bakar durur, "Ah şu taş yuvarlansa Çaltı'ya inse... Ben de üstüne bir köprü bağlasam!" dermiş.


Bir gün kaya uçmuş, ırmağın ortasına mıhlanmış. Köprünün orta ayaklarından tekine o kaya temel olmuş.


   Kimbilir, belkide bu Tanrı inayetinin coşkusuyla Paşa'nın Kız köprüsü yapılırken eteğine taş doldurup ustalara    taşıdığı, işçileri gayrete getirmek için avuç avuç çeyrek altınları saçtığı, 
gözler kemerler örüldükçe vecde gelip oynadığı, elinde kürek harç kardığı anlatılır.


Bir öykü de şudur:


Köprü başında hummalı çalışmaların sürdüğü bir gün, mübaşirler çıkagelmiş...


Toza toprağa belenmiş Paşa niye geldiklerini sormuş. " Köse Paşa ile işimiz var demişler. 


Tepeye kadar çıkıp karşıda beyaz badanası ile şavkılayan sarayı göstermiş.


Adamlar gidedursun, kestirmeden bir uşağını saraya uçurmuş. "Bir yavan pilav pişirsinler!" buyruğunu vermiş.


Akşamüzeri Paşa ırgat giysileri içinde saraya dönüp kapıda saygıyla karşılanınca 
mübaşirler hayrette kalmışlar...


Yemek sırasında: "Paşam, Divriği'nin vergisini almaya geldik!" demişler.



"Allah allah, paşası yavan bulgur yiyen, köprüde çalışan bu halktan ne bulup ne alacaksınız?" 
diyerek onları halkının yoksul olduğuna inandırmış. Vergi yükünden herkesi kurtarmış. 


Kız köprüsü halen sağlamdır ve yaptırıcısının küçük bir kitabe taşı koydurmayacak kadar soylu ve hayırsever olduğunu düşündürerek kullanılmaktadır.


İpek Yolu üzerinde bulunmasından dolayı, asırlardır kervanlara, yolculara geçit sağlayan kız köprüsü, 
1979 Yılında Divriği - Erzincan Karayolunun açılmasıyla işlevini yitirmiştir.


Bakımsız ve sahipsiz bir halde kaderine terkedilmiştir.


Üzerinden insanların, kervanların, develerin geçtiği günleri hasretle anmaktadır.


Çok sular aktı bu köprünün altından, çok insanlar geçti bu köprünün üstünden.


Asırlardır, Ulusu ( Çaltı Çayı ) Irmağının azgın bahar sellerine gögüs gerdi.


Ama artık yoruldum diyor.


Ayak temellerine bakım yapılması gerekiyor.


Köprü ayakta iken zamanında müdahale edilirse daha uzun yıllar yıkılması önlemiş olur.


Yapılacak tadilat ve temel destek çalışması çok zor ve masraflı değil aslında.


Bu fotoğraflar 2009 yılında çekilmiştir, bu gün bakarsak daha fazla taşın eksildiğini görürüz.
Yapılması gerekenler zamanında yapılmazsa, ileride tamir edilecek bir köprü de bulamayacaksınız.


Tarihi Kız Köprüsü yıkılmasın, Ata mirasına sahip çıkalım.


Geçmişine sahip çıkmayan toplumlar geleceğini yüceltemezler.


Kız köprüsü, geçmişten geleceğe bir köprüdür.


Kız Köprüsünü gelecek kuşaklara taşımak için yetkili makamları ve mahalli görevlileri göreve çağırıyorum.

İlgili makamlar :
T.C. Sivas Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Müdürlüğü
T.C. Divriği Kaymakamlığı
T.C. Divriği Belediye Başkanlığı

Kaynak: Köse Paşa Hanedanı - Necdet Sakaoğlu
Fotoğraflar: Ali Mansur Çelik