5 Nisan 2009 Pazar

(XIII-XV. y.y.) Anadolu'nun İskânı ve İslamlaşmasında Dervişlerin Rolü

Giriş

XIII ve XV. yüzyıllar arası, bir makale için oldukça geniş bir zaman dilimidir. Anadolu Selçuklu Devleti'nin yıkılısı, beylikler döneminin istikrarsızlığı, Osmanlıların uç beyliğinden cihanşümul bir devlet haline dönüsü bu dönemde meydana gelmiştir. Anadolu'da büyük tahribatlara yol açan ve Selçukluları meşru' bir devlet haline getiren Moğol istilası ile Timur- Yıldırım çatışması da belirtilen yüzyıllar arasında cereyan etmiştir; Ekonomik ve sosyal sebeplerinin yanında, dini ve siyasi yönü de bulunan Babailik isyanı (1240) ile Şeyh Bedreddin ayaklanması (1420) yine aynı döneme rastlamaktadır. Bu kadar yoğun siyasi ve toplumsal olaylara sahne olan Anadolu'nun iskân ve

İslamlaşmasının, bir makalenin sınırları içerisinde anlatmanın güçlüğü ortadadır. Tetkike alınan sürenin uzunluğu ve bu süre içerisinde cereyan eden olayların fazlalığına rağmen, biz bu çalışmamızda, mümkün olduğu kadar olayların detayına girmeksizin, sadece Anadolu'nun iskânı ve İslamlaşmasında dervişlerin etkileri ile bunların devletle olan münasebetleri üzerinde duracağız.

XIII ile XV Yüzyıllarda Anadolu'nun Genel Durumu:

a) Siyasi Durum

1040 yılında yapılan Dandanakan Savaşından sonra Türk toplulukları, bir direnme ile karşılaştıklarında, elde silah çarpışşlar, savaşı kazandıktan sonra oralara yerleşmişlerdir. Büyük Selçuklu imparatorluğunu oluşturan Oğuz Türkleri, bu metotla kısa bir sürede İran’ı ele geçirmiştir. Buradan doğuya hareketle Malazgirt'te görkemli Bizans askeri gücünü çökerterek, Anadolu topraklarına girmişlerdir. Malazgirt Zaferinden sonra, Sultan Alparslan (1063–1072); Erzurum bölgesini Saltuk Gazi'ye, Mardin ve Harput taraflarını Artuk Gazi'ye, Sivas, Tokat, Niksar, Amasya ve Kayseri havalisini Danişment Gazi'ye vererek, Anadolu'nun iskânı ve İslamlaşmasını sistematik bir

şekilde başlatmıştır. Akıncı Türk Beyliklerini sınır boylarına yerleştirerek çevre emniyetini sağlayan Selçuklu hükümdarları, imar faaliyetlerine yönelmişler, şehirler birer mamure haline getirilmiştir. XII. yüzyılın son yarısına dogru kuvvetli rakipleri Danişmentlileri ortadan kaldırmışlar, Mengüçler, Saltuklar, Artuklar gibi hanedanları ya büsbütün yok etmişler yahut kendilerine bağlı bir prenslik haline getirmişlerdir. XIII. yüzyılın ilk yarısı ve bilhassa I. Alâeddin Keykubad (1220–1237) dönemi, Selçuklu imparatorluğu’nun en kuvvetli ve parlak devri olmuştur. Fakat dirayetli hükümdarların sağladığı bu huzur ve istikrar ortamı uzun sürmemiştir. 1220'den sonra yakın doğuda etkilerini hissettiren Moğol baskısı, gerek Selçuklu devletinin gerekse uçların bünyesinde birçok değişikliklere sebep olmuştur. Nihayet Sivas yakınlarında 1243 yılında Selçukluların yenilgisi ile sonuçlanan

Kösedsavaşı ile sağlanan huzur ortamı ortadan kalkmış, 1277'de Selçuklu devletinin yıkılmasıyla bu bozulma daha da hızlanmıştır. Bu tarihten itibaren Anadolu toprakları Moğol Valileri tarafından idare edilmeye başlanmıştır. Artık, Anadolu Selçukluları metbu' bir devlet haline gelmiş ve Moğollara vergi ödemektedir. Beylikler, Anadolu'yu tamamen ellerine almış olan Batı Moğolların, yani İlhanilerin yüksek hâkimiyetini kabul ile senede muayyen bir vergi vererek bir zaman onların taarruzlarından emin olmuslardır. Bu süreç Selçukluların batı hududunda Germiyan, Esref, Hamid, Menteşe beylikleri ile Osmanlı beyliği ve yine bu arada Batı Anadolu'ya doğru Karesi, Saruhan ve daha sonra Aydın beylikleri kurulmuştur. Bunlara Kilikya toprakları üzerinde kurulan Karamanoğulları beyliği ile Güney

Anadolu'da XIV. yüzyılda ortaya çıkan Dulkadir ve Ramazanoğulları beyliklerini de ilave etmek lazımdır. Coğrafi bakımdan Moğol istila bölgesi ile diğer güçlü Türk beyliklerinden uzakta yer alması ve her zaman batıya doğru genişleme sansı tanıyan Bizans topraklarıyla karsı karsıya bulunması, Osmanlı Beyliğini diğerlerine göre daha avantajlı hale getirmiştir. Nitekim bunun sonucu olarak, kısa zamanda Söğüt, Yenişehir, Bilecik, Eskişehir, Bursa, İznik ve İzmit şehirlerini kendi topraklarına katarak, diğer Anadolu Türk beylikleri arasında Osmanlılar birinci sıraya yükselmiştir.

b) İçtima ve İktisadi Durum

Türklerin Anadolu kapılarına dayandıkları dönemde, Bizans'ın elinde bulunan bu topraklar İran ve Araplara karşı yapılan, sürekli savaşların yol açtığı yıkıntılara hedef olmuştu. Uzun zamandan beri devam eden taht kavgaları yüzünden Bizans'ın Türk akınlarına karsı koyması imkânsızdı. XII. yüzyıl Anadolu'sunda, Türk-Bizans mücadelesi, Türk hükümdarları ve komutanları arasında cereyan eden dâhili savaşlar yüzünden nüfus bir hayli zayıflamıştı. Gayri Müslimler arasında birlik ve tesanüt mevcut değildi. Müslümanların ayak bastığı Anadolu toprakları, yerli halk tarafından daha önceden kısmen terk edilmişti. Harp ve anarşi yılları, müdafaasız köy halkını kalelere ve koruma altına alınan şehirlere kaçırmıştı. Horasan'da Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun kurulması ile başlayan Hicretin Anadolu'ya getirdiği unsurlar, yalnız göçebe unsurlar değildi. Anadolu'ya gelen Türkler arasında Orta

Asya'da, çok eski zamanlardan beri köy hayatına, hatta şehir hayatına geçmiş her çeşit halk mevcuttu. Bunlar geldikleri yerlerde aynı hayat şartlarını devam ettiriyorlardı. Köylüler derhal köy kurmaya ve tarımsal üretime başlıyorlar, şehirlerin yeni mensupları olarak cemiyete katılıyorlardı. XIII ve XV. yüzyıl Anadolu'sunda köyün toplumsal bünyesi, tarım ya da hayvancılıkla uğrasan ve yasayışları birbirinden farklı bulunmayan çiftçi ailelerden oluşuyordu. Bir cami etrafında toplanan köyü, dini görevleri itibariyle imam temsil ediyordu. Ayrıca kimi köylerde zaviye ve tekkelere de rastlamak kabildi. Gerektiği zamanlarda yiğitbaşı gibi bazı liderler aracılığı ile kendilerini

temsil ettirebilmekteydiler. Anadolu Selçuklu İmparatorluğunun sağladığı istikrar yıllarında, Anadolu şehirleri birer mamure haline gelmiştir. XIII. yüzyılın ilk yarısında, büyük ticaret yolları üzerinde bulunan Konya, Kayseri, Sivas, Erzurum gibi merkezlerde büyük bir refah göze çarpmaktadır. Kıtalar arası ticaret kervanları, Anadolu topraklarının bir uçundan diğer ucuna güvenle seyahat etmektedir. Tebaa sosyal ve iktisadi yönden huzurlu bir ortamda yasamaktadır. Her nevi dokuma, kumaş, ince yün, ipek Kastamonu sahtiyanı, her türlü madenler mamul veya yarı mamul olarak Antalya ve batı Anadolu limanlarından dış memleketlere ihraç edilmektedir. Bu huzur ortamında Selçuklu Anadolusu, manevi kültür bakımından da oldukça yüksek bir seviyeye ulaşştır. Fikri seviyenin süratle yükselmesinde, Moğol istilası önünden Anadolu topraklarına kaçan âlimlerin etkisi büyük olmuştur. Bu gelişmeleri İbni Bibi su ifadelerle anlatmaktadır: "Dâhilde sulh yerleşmiş, yollar iyice tanzim edilmiş her tarafta kervansaraylar inşa edilmişti. Güzel sanatların her türlüsü, özellikle mimari yapılar teşvik görüyordu.

Âlimler, münevverler, sultan'ın yanında hüsnü kabule mazhar oluyorlardı". Devlet büyükleri bilgi ve tecrübe sahibi idiler. Meclisleri büyük âlimlerin, şeyhlerin huzurlarıyla şeref bulur, isler intizam içinde görülür, hiç kimsenin haklı dileği geri çevrilmezdi. Hele şeyhlere bilginlere karsı çok hürmet ve riayet gösterilirdi. Bu dürüst ve adaletli idare sayesinde, Müslümanların canları, malları, namusları korunmakta, vilayetlerde yerli ve yabancı halk adalet ve refah görmekte idi.

Aksarayi, Moğol istilasını kaderin bir cilvesi kabul ederek "vefasız zamane nihayet bu bahtiyarlığı kıskandı. Fazilet ve saadet bahçelerinde gül yerine dikenler bitti". demektedir.

Anadolu Selçuklularını 1277'de ortadan kaldırarak Anadolu'yu atadığı genel valilerle yönetmeye başlayan Moğollar, büyük bir itina ile sağlanan istikrarı altüst etmişlerdir. Ülkeyi parçalamışlar, halkın altından kalkamayacağı vergiler yüklemişlerdir. Bu da yetmiyormuş gibi, Anadolu toprakları üzerinde bırakılan ordular ortalığı kasıp kavurmuşlardır. Aksarayi bu orduyu, "Müslümanların derisini soymakla geçinen Mogol Çeriler" i olarak nitelemektedir.

C) Dini Hayat

Anadolu kapılarının Türklere açıldığı 1071 Malazgirt Zaferine kadar, Anadolu topraklarına Bizans hâkimdi. İslam devletlerinin etki alanında bulunan Güney Doğu Anadolu Bölgesi haricinde diğer Anadolu toprakları üzerinde yasayan halk, genelde Hıristiyan’dı. XII. yüzyıldan itibaren Anadolu şehirlerinde Müslümanlarla Hıristiyanlar bir arada yasıyorlardı. Mevlana (1207-1273) vefat ettiği zaman, Konya'nın yalnız Müslümanları değil Hıristiyan, hatta Yahudileri de cenaze merasimine iştirak etmişlerdi. Zira Mevlana (1207-1273) hayatta iken Konya ve civarında, hatta uzaklarda oturan Hıristiyan ve Yahudi'ler, O nun manevi etkisiyle tek tek veya kalabalık guruplar halinde ihtida ederek Mevlevi dervişleri arasına katılmışlardı. Selçuklu şehirlerindeki halk, maddi kültür bakımından hemen hiçbir ayrılık göstermediği gibi, Müslüman ve Hıristiyanlar arasında dini sebeplerden doğmuş husumet ve mücadeleler de olmamıştır. "Dinde zorlama yoktur", prensibine sıkı sıkıya bağlı kalan ecdadımız, ne Selçuklu ne Beylikler ve ne de Osmanlı imparatorluğu döneminde fethettikleri yerlerde halkın inançları üzerinde en ufak bir baskı uygulamamışlardır. Dileyen eski dininde devam etmiş dileyen kendi rızası ile İslam ı kabul etmiştir. XII. yüzyıl Anadolu'sunda Müslümanlar açısından dini hayat iki yönlü gelişme göstermiştir. Bunlardan ilki, istikrarın sağlanarak şehir hayatına geçilmesiyle birlikte tesis edilen medreselerde, ana kaynaklara dayalı olarak yapılan eğitim. Bu eğitim sonucu özellikle yerleşik düzene geçmiş kesimde İslamiyet Ehl-i sünnet kurallarına uygun bir şekilde öğretilmiş ve günlük hayata tatbik edilmiştir. Diğeri ise, Orta Asya'dan kalkarak, Anadolu'ya gelen ve medreselere göre daha toleranslı Türkmen Babalarının telkin ettiği tasavvuf anlayışıdır. Anadolu'da ve hatta Balkanlarda islamiyetin geniş halk yığınlarına ulaştırılmasında bu Türkmen Babalarının çok büyük etkileri

olmuştur. XI. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Anadolu topraklarına akın eden Türkler fütuhata paralel bir şekilde; cami, medrese, mektep... Gibi dini yapıları inşa ederek, İslam Dini'nin Ehl-i sünnet akaidine uygun bir şekilde öğrenilmesine ve bu yoldan geniş halk kitleleri tarafından dinin en doğru bir şekilde anlaşılmasına imkan sağlamışlardır. Ancak; XIII. yüzyılda, Selçuklu Sultanı II. Gıyaseddin Keyhüsrev (1237-1246) zamanında l240'da Babailerin; XIV. yüzyılın ilk çeyreğinde Çelebi Sultan Mehmet (1402-1421) zamanında Şeyh Bedreddin (?-1420) ve adamlarının isyanları, 'ehl-i sünnet itikadına aykırı bazı sapmaların meydana gelmesine yol açmıştır. Özellikle bunlardan birincisi olan Babailik isyanı, siyasi ve dini bakımdan önemle üzerinde durulması gereken bir yapıya sahiptir. Siyasi bakımdan, Duduoglu komutasında 70.000 kişilik bir Türkmen kuvvetinin iltihakı (1241-42) ile

Güçlenen ve Güney Doğu Anadolu'da bir takım yağmalama hareketlerinde bulunan Haremlilerle is birliği içerisinde olma ihtimali dini bakımdan ise, Müslümanlığı kabul etmekle birlikte islamiyeti içine sindiremeyen ve Şamanizm üzerine İslam cilası sürülmüş Baba İlyas (?-l240)'ın fikirlerini benimseyen yüz binlerle ifade edilecek göçebe Türklerden oluşan bir topluluğun mevcudiyetidir. Bu isyan, doğurduğu sonuç bakımından da önemlidir. Babailik isyanı, Moğollara Anadolu'nun kapısını açmış; Anadolu Selçuklu Devletinin Moğol boyunduruğu altına girmesine yol açmıştır. Baba İlyas’ın aksine Şeyh Bedreddin'in adamları, Türklerden ziyade, Şeyh’in bol kazanç ve rahat bir hayat vaatlerini benimseyen, Yahudi ve Hıristiyanlardan meydana gelmektedir. Bunlara, mevkilerinden düşş gayr-i memnunlar ile Şeyh’in Kadı-askerliği zamanında maaş ve tımar elde etmiş olanlar da katılmıştır.

Babailik isyanına göre Şeyh Bedreddin isyanının toplum üzerindeki olumsuz etkileri daha az olmustur. Her iki isyancı da kuvvet kullanılarak bastırılmış ve isyanlarının bedellerini hayatlarıyla ödemislerdir.

Anadolu'nun İskânı ve İslamlaşmasında Devlet Siyaseti

a) Devlet-Müslüman Tebaa İlişkileri ve İslam'ın Anlaşılmasına Devlet Eliyle Yapılan Katkılar

"İlayı kelimetullahı Allah'ın kullarına ulaştırmayı" kendisine kutsal bir görev bilen devlet ile İslamı Hak din olarak kabul etmiş tebaa arasında nihai hedeflerde büyük bir uyumluluk mevcuttur. Devlet İslam'ın gereklerini yerine getirmesi için Müslümanların ihtiyaç duyduğu dini ve sosyal kurumları oluşturmakta; tebaa ise, devletin hâkim olması için ona her türlü desteği sağlamaktadır. İslam cemaat dinidir. Bu bakımdan ibadetlerin toplu yapılması teşvik edilmiş, haftada bir eda edilen cuma namazının merkezi bir yerde toplu olarak kılınması mecburi tutulmuştur.

İslami devletin görevlileri ile tebaanın en az haftada bir, bir araya gelmelerini sağlayacak cuma camii'nin İslam şehir hayatında büyük bir değeri vardır. Fethedilen yerlerde istikrarın sağlanması için oraya Müslüman tebaadan bir gurup iskân edilmekte ve devlet hacim itibariyle yeterli bir kiliseyi camiye çevirmektedir. İslam şehir anlayışının bazı temel öğeleri vardır. Devlet gücünü temsil eden vali, adaleti sağlayan kadı, birliği temin eden Cuma camii ve ticari hayatı canlı tutacak pazaryerleri bunlardan bazılarıdır. Ecdadımız Anadolu'nun fethi yıllarında bu hususu dikkatle uygulamışlardır. Osman Gazi ilk fethettiği Karaca hisar’da bu söylediklerimizi aynen tatbik etmiştir. Bundan sonra da fethedilen şehirlere kadı, imam, müezzin gibi görevlilerin tayin edilmesi, minber ve mihrap konulması asla ihmal edilmemiştir. Bunlardan sonra, dinin doğru anlaşılması için gerekli olan medreseler, ibadet için ön şart olarak kabul edilen temizliğin sağlanması açısından hamamlar, yolcuların misafir edilmesi ve yoksulların doyurulması için imaret binalarının inşası ve hizmete açılması sağlanmıştır. Böylece, Müslüman tebaanın inandığı dinin gereklerini yerine getirmesine imkân sağlanmış. Hazırlanan bu ortam içerisinde Bizans'ın Hıristiyan dini yerine, Akdeniz ve Karadeniz kıyıları haricinde kalan Tüm Anadolu Toprakları üzerinde İslam dini hâkim olmuştur. Diğer taraftan da İslam’ın benimsenmesinin ortamı hazırlanmıştır. Müslüman bir toplum için, cuma camiine sahip olmak ve orada hükümdar adına hutbe okunmasını sağlamak, bağımsızlığın temel kurallarından sayılmaktadır. Medreselerin görevi dini bilgileri öğretmekten ibaret değildir. Hiç şüphesiz kurulusunun ana gayelerinden biri Müslüman tebaayı mezhep dışı ideolojik görüş ve düşüncelerden korumaktır. Medreseler, vakıf eliyle tesis edilmiş, fakat eğitim programı devletin temel dünya görüsüne uygun olarak hazırlanmış ve bulunduğu yerin kadısı tarafından sıkı bir kontrole tabi tutulmuştur. Selçuklular, İslam dünyasını iç buhranlardan ve dış tehlikelerden korumak için sadece siyasi ve askeri kuvvetin kâfi gelmeyeceğini, tebaanın manevi nifaka, dini ve siyasi suikastlara karsı ilim, fikir ve mefkûre ile takviye edilmesi gerektiği kanaatinde idiler. Bu sebeple devlet için yıkıcı faaliyetlerde bulunan, mezhep dışı cereyanlara karsı, Alparslan (1063-1072) ve oğlu Melik sah (1072-1092)'a vezirlik yapan Nizam'ül Mülk (1063-1092) tarafından, Ehl-i sünnet ilkelerine göre eğitim yapan Nizamiye medreseleri kurulmuştur. Bu sayede, her türlü sapık ideolojilere karsı, büyük bir fikir ve irfan ordusu yetiştirilmiştir. Büyük Selçuklularla başlayan bu uygulama, Anadolu Selçukluları, Beylikler ve Osmanlı dönemi Anadolu'sunda gelişerek devam etmiştir. XIII-XV. yüzyıllar arasında Anadolu'nun iskânında devlet, çok hassas davranmıştır. Orta Asya içlerinden gelen savaşçı göçebeler, günün birinde devlete problem olmayacak ve aynı zamanda düşmana karsı bir tampon görevi ifa edecek şekilde sınır boylarına yerleştirmiştir. Müslüman tebaayı ise yeni fethettiği şehirlerin Müslüman nüfusunu artırmak, ticaret ve kültür hayatını canlandırmak, ayrıca gayri Müslim yerli halka, İslamın

Hayata tatbik seklini göstermek amacıyla iskâna tabi tutmuştur. Ayrıca devletin baskı unsuru olarak kullanmak üzere fethetmeyi kafasına koyduğu bölgelerin çevresine Müslüman nüfusu iskân ettiği de görülmektedir. Bütün bunlar gösteriyor ki, devlet gerek Selçuklu ve gerekse Osmanlı İmparatorluğu dönemlerinde Anadolu'nun iskânı ve İslamlaşması konusunda iskân metodundan fazlasıyla yararlanmıştır.

b) Devlet-Gayri Müslim Tebaa İlişkileri

Devlet bu konuda büyük bir adalet örneği sergilemiştir. İslamiyeti benimsetme ve özendirmenin ötesinde, yerli Hıristiyan halkın inançlarına en ufak bir baskı uygulamamış ve hatta saygı duymuştur. Devletin hâkimiyetini kabul eden ve İslam Hukuku'nun öngördüğü vergileri veren her belde halkının can emniyeti sağlanmış, mabetleri açık tutulmuştur. Devletin bağlı olduğu İslam sistemin öngörmediği hiçbir yükümlülük zimmî tebaadan istenmemiştir.

Bizans, İran ve Arap unsurların çatışma alanı haline gelen Anadolu'ya Türklerin gelmesiyle huzur ve istikrar sağlanmıştır. Bu siyasi huzur ortamına, İslam öğretilere dayalı, adil bir yönetimin hakim olması, Müslüman-Türk idaresine karsı Hıristiyanları sempatizan yapmıştır. Hatta "keşke bu idare tarzına daha önce kavuşsaydık" diyenler ve kendi istekleriyle İslamiyeti kabul eden gruplar olmuştur. Osman Gazi komsusu bulunan ve henüz İslami kabul etmeyen Bilecik halkına karsı çok saygılı davranıyordu. Bunun sebebini soranlara; "Komsularımızdır. Biz bu vilayete garip geldik. Bunlar bizi hoş tuttular. İmdi bize vaciptir, kim bunlara hürmet idelim." şeklinde cevap vermiştir. İnsanlara karsı merhametle muamele eden ecdadımız, haksızlığı yapan Müslüman dahi olsa Hıristiyan'ın hakkını savunmada asla tereddüt göstermemiştir. Eskişehir pazarında, Bilecikli bir Hıristiyan'ın çömleklerini alan ve bedelini ödemeyen Germiyan’lı kişiyi Osman Gazi huzuruna getirterek, Hıristiyan'ın hakkını

almış ve haksızlık yapan kişiyi cezalandırmıştır. Kaynağını İslam'ın adalet kavramından alan bu ve benzeri adil davranışlar, Hıristiyan halkın gönlünü İslam'a ısındırmıştır. Müslüman Gazilerin yerli halkın kızlarıyla evlenmesi, değişik inançlara sahip iki topluluğu daha da kaynaştırmıştır. Kısa zamanda, Anadolu'da yasayan Rum ve Ermeni ahali Türkçeyi öğrenmiş, Türkler arasında da özellikle Rumcayı bilenlerin sayısı az değildi. Müslüman olan kişi için dini merasim düzenleniyor, eğer bu kişi yoksulsa zenginler tarafından giydiriliyor, yeteri kadar sermaye veriliyordu. Müslüman olan kisinin birden yoksulluktan kurtulması ve toplumda saygı değer bir yer bulması, diğer gayri Müslim unsurların İslamı kabul etmesini cazip hale getiriyordu. Gayri Müslimlerden İslamı kabul edenlere, bazı kolaylıklar sağlanıyordu. Hatta bunların dini bilgileri öğrenmeleri için bazı Vakıf gelirlerinden fonlar ayrılıyordu. Vakıf Altun-aba, Konya şehrinin dış kısmında bulunan ve ons ekiz odası olan hanın gelirinden l/5'ini; yerli ve yabancı olup da İslam dinini kabul eden Hıristiyan, Yahudi ve Mecusilerin sünnet edilmesini, namaz kılacak kadar Kur'an öğrenmelerini temin etmek ve yemek, elbise, ayakkabı ihtiyaçlarını karşılamak maksadıyla vakfedilmiştir. Osman Turan, Vakfiye'nin bu bölümünü zikrettikten sonra "Maalesef pek mahdut olan Selçuklu kaynaklarında bu türlü içtimai hadiselere ait bilgilerimiz yok denecek durumdadır. Bununla beraber, vakfiye örneğinde olduğu gibi, Anadolu'da pek çok İslamlaşma ve İslamlaştırma faaliyetlerinin olduğunda şüphe yoktur." demektir. Yakınlarda tetkik etme fırsatını bulduğum yazma "Melik Ahmet Danismend Gazi Tarihi"nde, yeni Müslüman olanların kalplerini İslama ısındırma konusunda, Melik Ahmet Gazi'nin yaptığı bağışlar su ifadelerle anlatılmaktadır: "Pes ol kavim Müslüman oldular. Melik'in hayli katına geldiler. Melik Danismend onlara hayma ve barigah verdi. Saz-ı seleb bağışladı. Andan sonra malu hazine verüp cümlesini gani kıldı". Bizim vakfiye ve yazmalar üzerinde yaptığımız tetkiklere göre, gayri Müslimlere İslamı sevdirip benimsetmek için gerekli tedbirler alınmış, İslam'ın öngördüğü "müellefet'il-kulub" vakıf sisteminden de yararlanılarak çalıştırılmış, fakat zorlayıcı hiçbir davranışta bulunulmamıştır. Bu konuda Gibbons "Hıristiyan ve Müslümanlar, Osmanlıların idaresi altında ahenk ve uyum içerisin de yasıyorlardı" demektedir. İslam'ın benimsenmesi için hazırlanmış bu ortamdan yararlanarak toplumun çeşitli kesimlerinden pek çok kimse Müslüman olmuştur. Osman Gazi'nin yakın silah arkadaşları arasında yer alan ve Harmankaya Rum Beyi olan Köse Mihal'da bunlardan bir tanesidir. Fakat bu gelişmelerin yanında Haçlı zihniyetiyle hareket eden ve Padişahları kendi örf ve adetleri yönünde içki ve eğlenceye alıştırmak isteyen, hatta onları inançları doğrultusunda yönlendirmeye çalışanlar da yok değildi. Sultan

İzzeddin (1204-1220)'in hassa kölelerinden ve yakın adamlarından olan Rum "Kont Istabi" bunlardan bir tanesidir. Aksarayi bu sahsın olumsuzluklarını söyle dile getirmektedir. "Bu adam Hıristiyanlık taassubu dolayısıyla... Sultanı içkiye, hayal şeylere teşvik ediyor, Onu Müslümanlık vazifesini yapmaktan alıkoyarak uygunsuz islerle oyalıyordu.

Sırf kendi sözünü yürütmek için saltanat merkezini, Konya'dan Antalya ya kaldırmaya çalıştı. Çünkü Sultan, Konya'dan ayrılırsa etrafını çeviren şeyhlerin, bilginlerin öğütlerini dinlemeyecekti". Zira o dönemde yapılan gezilerde bile büyük İslam âlimlerinden Kadı Bediüddin gibi bilginler sultanın yanında at bası beraber yürüyor, ona değerli öğütler veriyordu. Yine aynı yazar; 129l'de divan Veziri olan Yahudi asıllı Sadüdevle hakkında da şu bilgileri vermektedir; "Vezirlik ve emirlik yetkileri mutlak onun eline geçtikten sonra, yüreğinde gizlediği Müslüman düşmanlığı yolunu tuttu. Müslümanlara karsı şiddet göstermeye ve zulüm yapmaya başladı. Anadolu halkının fikirlerini bozmak için her tarafa elçiler ulaklar gönderdi". Aşık paşazade Tarihinde "Yıldırım Bayezid'in sohbet esbabın Las kızı elinden öğrendiği, Ali Paşa’nın yardımı ile şarap ve kebap meclislerinin kurulduğu" anlatılmaktadır. Las kızı'nın davranışını, imparatorluk süresince Osmanlı saraylarında cereyan eden Valide Sultan entrikalarının bir başlangıcı kabul etmek mümkündür. Yukarıda anlatılanlar birlikte değerlendirildiğinde, İslamiyeti kabul etsin etmesin, Hıristiyan tebaa ile devletin bir problemi olmadığı, ancak devşirmelerden ve saraya alınan sultan kadınlardan bazılarının fırsat buldukça kendi milliyet ve inançları doğrultusunda hareket ettikleri anlaşılmaktadır.

Anadolu'nun İskânı ve İslamlaşmasında Dervişlerin Rolü

a) Tarikatların İskân ve İslamlaşma Alanındaki Faaliyetleri ve Devletle Olan İlişkileri

XI. yüzyılın ilk yarısından itibaren Türkler, "daru'l-cihad" olan Anadolu kapılarını zorlamaya başlamışlardır. Bunların basında, İslamiyetin Orta Asya bozkırlarına yayılmasında büyük rolü olan Yesevi tarikatına mensup dervişler geliyordu. Maveraünnehir'deki medreselerde yetişen ilim ve tasavvuf erbabı bu dervişler, ticaret kervanlarına karışarak Anadolu içlerine akıyorlardı. Ulaştıkları topraklarda, bilhassa yollar üzerinde tehlikeli geçitleri koruyan, güç geçilen boğazlarda yolculara yardımcı olan ıssız ve kurak arazilerde dinlenecek bir sığınak teşkil eden ve o çağın diliyle "ayende ve revende"ye bir takım sosyal müesseseler kuran hep bu esrarengiz dervişlerdi. Kurulan bu sosyal müesseseler, ribat, hankh, tekke ve zaviye gibi isimlerle anılıyordu. İslamiyeti, geniş ve yumuşak bir ruh ve mana ile anlayarak göçebelere telkin eden mutasavvıf Türk dervişleri Anadolu'nun

İslamlaştırılmasında büyük faaliyet göstermişlerdir. Anadolu kapılarının Türklere açılmasından önce, Anadolu içlerine sızan dervişler tarafından kurulan tekke ve zaviyelerle yerli halk ruhen İslam'a ısındırılmış; göçebe Türklerin toprağa yerleşmesi ve yerleşik bir düzen kurarak, bir şehir medeniyeti meydana getirilmesinde önemli görevler icra etmişlerdir. Yeni bir sosyal nizam ve adalet telakkisi taşıyan bu esrarengiz Türk dervişleri, ordularla birlikte ve hatta ordulardan evvel fütuhata çıkmış ve karsı tarafı daha önceden manen fethetmişlerdir. Bu erenlerin bir kısmı gazilerle birlikte fütuhata çıkarken, bir kısmı da tamamen tenha ve bos yerlere yerleşerek, orada ziraat yapıyor ve hayvan yetiştiriyordu. Bunlar her yerde, giderleri bağlı bulundukları vakıf gelirlerinden karşılanan bir zaviyeye

sahiptiler. Aynı misyonla faaliyet gösteren ve Malazgirt zaferinden 23 yıl önce Doğu Anadolu toprakları üzerinde, Pasinler ilçesi'nin Yegenpaşa köyünde kurulan Halil Divan zaviyesi, tesis tarihi itibariyle çok dikkat çekicidir. Bu zaviye ile ilgili biri Evasıt-ı recep H.440/24 Aralık 1048, diğeri Evahir-i recep H.440/9 Ocak 1409 tarihli olmak üzere Arapça iki vakfiye mevcuttur. 63. 1049 tarihli vakfiye'ye göre, Pulur Bihak (Yegen Pasa) köyünde Uzbey meşhurlarından Seyyid Şerif Halil Divani, 14 köyü Gürcü taifesi ve Nusirevan ailesine mensup Melik Misail den 40.000 dirheme; 15 köyü de Melik Bisail'den 60.000 dirheme olmak üzere toplam 29 köyü 100.000 dirheme satın alarak tümünü cizye, haraç gibi rüsumatı ve zimmîlerin öşrü ve koyunları ile birlikte vakfetmiştir. Anadolu'nun muhtelif yerlerinde, aynı metotla tesis edilen ve bugün bile halen kurucusunun ismiyle anılan birçok köy ve kasaba bulunmaktadır. Zaviyelerde; yoksullar, kimsesizler, rind dervişler doyurulmakta, İslamı yeni kabul eden kölelere ücret karşılığında is verilmekte, böylece sosyal bünyede tesanüt sağlanarak hiç kimse aç ve açık bırakılmamaktadır. Müslüman Arap orduları, Anadolu'nun fethi için birçok defa bu topraklara geldikleri halde; organize misyoner Türk dervişleri teşkilatına ve halkı sosyal, kültürel, ekonomik yönlerden destekleyen camii, medrese, imaret, zaviye, kervansaray. Gibi müesseselere sahip olmadıkları için muvaffak olamamışlardır. Türkler vakıf sisteminden yararlanarak kurdukları bu müesseseler vasıtasıyla halka refah getirmişler, bu da, Müslüman olmak için Hıristiyanları cezp etmiştir. Zaviyeler, fiziki planda gösterdiği imar ve ihya faaliyetleri ile sosyal bünyede sağladığı dayanışmanın yanında; medeniyetin temel göstergelerinden olan beşeri münasebetlerin gelişmesi ve

toplumda temizlik kavramının yerleşmesi gibi konularda da özel gayret göstermişlerdir. XIII. yüzyıla ait Kırşehir Emin Cacaoğlu Nureddin'in vakfiyesinde, zaviyede görevli bulunan personel ile misafirlerin kullanması için fazla miktarda sabun tahsis edilmesi çok dikkat çekicidir. Doğudan itibaren Anadolu topraklarına dalgalar halinde akın eden Türkler, kendilerini toprağa bağlayan bu zaviyeler vasıtası ile süratle yeni vatanları ile kaynaşşlardır.

Türkler, mevcut şehir ve köylere yerleştikleri gibi, terk edilmköylere gelerek kiliseleri camiye çevirmişler, bazen yol kenarlarında boş ve hali toprak parçalarını iskâna açarak, kendilerine has fiziki ve sosyal alt yapılarını tesis etmek suretiyle bu yerleri şenlendirmişlerdir. Hıristiyanlarca da kutsal sayılan eski merkezler üzerine, çoğu zaman aynı yapı malzemesini kullanarak tekkelerin inşa edilmesi, yeni dinin yerli halk arasında benimsenmesinde müspet bir rol oynamıştır. Müsamahacı ve telifçi olmaları sebebiyle bu merkezlerde çevrelerine birçok gayri müslimi cezbeden şeyhler, Müslümanlığı kolayca kabul ettiriyorlardı. Gayri Müslimler ya ateşli ve coşkun dini ayinlerin veya din farkı gözetilmeden hastalara ve yoksullara yapılan yardımın etkisiyle Müslümanlığı kabul ediyorlardı.

XII. yüzyılda Kuseyri ve Gazali'den sonra, Ehl-i sünnet esaslarıyla iyice telif edilmiş olan tasavvuf cereyanları ve bunlara dayalı tarikatlar, XIII. asır baslarından itibaren Anadolu'ya iyice yerleşmişlerdir. Bunların basında yer alan Rufailik, Kalenderilik, Halvetilik, Nakşibendîlik ve emsali Sünni tarikatlar, gayri Müslimlerden ziyade, Müslüman halk ile ilişki içerisinde idiler. Tabir caizse, misyonerlik faaliyetleri ile pek uğraşmıyorlardı. Buna karşılık eski kam-ozan'ların durumunu hatırlatan akidelere sahip Türkmen Babaları, yarı göçebe oymaklar arasında süratle yayılıyordu. Heterodoks tasavvuf akımlarına mensup şeyhler ve dervişler, şehirlerdeki tekkelerde toplanmak yerine, daha XIII. yüzyıldan itibaren sınırlardaki fetih hareketlerine katılıyorlar, yeni fethedilen topraklardaki gayri Müslimlerle temasa geçerek, onları ihtida ettirmeye çalışıyorlardı. XV. yüzyılda Rumeli'de yapılan fetihlerin hikâyelerinde Sarı Saltuk, Otman Baba ve Kızıl Deli (Seyit Ali Sultan) gibi Bektaşilik'e mal olmuş

kimselerin adlarının bulunması, Anadolu'da başlatılan bir faaliyetin Balkanlarda devamından başka bir sey degildir.

Hacı Bektaş'ın nazarlarıyla irsad edilen ve O'nun emriyle Balkanlara gönderilen Sarı Saltuk, Balkanlarda, büyük çapta İslamlaştırma faaliyetlerinde bulunmuştur. Bu çabaların sonucu, Gürcistan Beyi adamlarıyla birlikte Müslüman olmuş ve Sarı Saltuk'un elini öpmüştür.

İslamlaştırma faaliyetlerinin yürütülmesinde, Hacı Bektaş-ı Veli halifelerinin kendi aralarında görev

bölümü yaptıkları anlaşılmaktadır. Bir bölümü Rumeli'de bulunurken, Karadonlu Can Baba, Hoy Ata ve Barak Baba Moğollar arasında görülmektedir. Bu heterodoks Türkmen Babalarının Şamanist Moğollar üzerinde uyguladıkları yoğun faaliyetler sonucu, birçok Moğol kabileleri Müslümanlığı kabul ederek Orta Anadolu'ya yerleşip kalmışlar ve tekrar _ran'a dönmüslerdir. 78. XIII. yüzyıl baslarında Anadolu, Türk ve _slam dünyasının her tarafından gelmiş, değişik tasavvuf mekteplerine bağlı, Sünni veya batıni derviş grupları ile doludur. Bilhassa Moğol istilasından sonra; Maveraünnehir, Horasan, Azerbaycan ve Suriye'den göç eden bu derviş ve şeyhler, İslamiyetçi ve tarikatlarını yaymak askıyla göçebe Türklerin arasına geliyorlar ve yeni mefkûreyi onların anlayacakları bir lisan ve zevk alabilecekleri bedii bir sekil ile yaymaya çalışıyorlardı. Duygularını sade bir Türkçe ile yazan Yunus Emre'nin (1240-1320) İlahileri, dilden dile dolaşıyor ve Anadolu topraklarına Türkçeyi yerleştiriyordu. Dervişler, geçtikleri yollar üzerinde rastladıkları dağlara, nehirlere, Orta Asya da bıraktıkları coğrafi yer isimlerini veriyorlar, böylece bu toprak parçalarını vatanlaştırıyorlardı. Bunların yanında, şehir merkezlerinde yüksek zümreye hitap eden Kübrevilik, Sühreverdilik ve Mevlevilik faaliyet halindedir. Uzak İslam ülkelerinden gelen "Hanefıy'ülmezhep" âlimlerin başında bulunduğu medreseler eğitimlerini sürdürmektedir. Dervişler grubunun yararlı çalışmalarını gören Sultanlar ve yüksek mevkilerde bulunan devlet adamları kurdukları zengin gelir kaynaklarına sahip vakıflarla bunları desteklemişlerdir. Yüksek zümrelere hitap eden Kübrevilik, Sühreverdilik ve Mevlevilik tarikatlarının temsilcisi şeyhlere, Anadolu Selçuklu Sultanlarından İzzeddin Keykavus (1211-1220), Alâeddin

Keykubat (1220-1237) ve Selçuklu vezir ve devlet adamları vakıflar tahsis ederek zaviyeler yaptırmışlardır. Bu, karşılıklı bir etkileşimdir. Büyük çapta halkın sevgi ve saygısını kazanmış, şeyhlere temlikler yapmak suretiyle Büyük Selçuklu İmparatorluğundan beri Türk Sultanlar, toplumu kendilerine bağlamışlardır. Bağdat’ın istikrarını sağlamak isteyen Abbasi halifesi en-Nasr li-Dinillah (1180-l225)'in Futuvva teşkilatının başına geçmesi Anadolu'da bir güç olarak beliren Ahilik 86'i devlet ve millet yararına organize etmeyi amaçlayan Selçuklu Sultanı I. Keykavus (1211-1220)'un kendi arzusu ile Abbasi halifesi Nazır elinden şalvar giyip kuşak kuşanması Osmanlı İmparatorluğunun kurucusu Osman Bey'in Şeyh Edibali ile olan ilişkileri, aynı düşüncenin bir sonucudur. Osman Bey'in uç beyi olarak harekete geçtiği dönemlerde Anadolu'da Ahilik ve Babailik olarak iki mühim tarikat vardı. Her iki tarikatla da ilgisi olduğu sanılan ve Eskişehir’in İtburnu mevkiinde tekkesi bulunan Şeyh Edibali, o havalinin en itibarlı ve sözü geçen ulularındandı. Bir ara Mısır'a kadar giderek dini bilgilerini artırmış olan Edibali'nin kızı ile evlenen Osman Bey, tarikat mensuplarının desteğini sağlamıştır. Nitekim Şeyh Mahmut, Ahi Şemseddin ve oğlu Ahi Hasan sonradan vezirliğe kadar yükselen ve bir Ahi olan Çandarlı Kara Halil, Osmanlı Beyliğinin kurulmasında ve gelişmesinde büyük hizmet etmişlerdir. Osmanlı Beyliği topraklarında tarikat mensuplarının artması, kendisi de bir Ahi ve tasavvufa karsı büyük bir eğilimi bulunan Orhan Bey zamanında olmuştur. Bursa'nın fethinde, Geyikli Baba'nın müritleriyle birlikte yer aldığı ve omzunda taşıdığı kavak ağacını devamlılık sembolü olarak sarayın önüne diktiği Orhan Bey'in Vakfiyesinden Geyikli Baba'ya zaviye tesis ettiği ve giderlerini karşılamak üzere mallar bıraktığı anlaşılmaktadır.

Osman ve Orhan Beylerin en yakın adamları Geyikli babanın müritleriydi Kardeşi Alâeddin Pasa da dervişlik yolunu tutmuştur. Gaza ruhunu taşıyan dervişleri Orhan Bey'in Bizans topraklarına yaptığı akınlar cezbediyor, Moğol istilası önünden hicret edenlerden başka, Anadolu'nun diğer beyliklerinde bulunan tarikat mensupları da buraya akıyordu. Osmanlı Beyliğinde büyüme istidadı seziliyordu. Zira Osmanlı Beyliği, diğer hiçbir Anadolu beyliğinde bulunmayan, Moğolların istila bölgesinden ve güçlü beyliklerden uzak olmak ve sürekli genişleyebileceği Bizans topraklarıyla karsı karsıya bulunmak gibi, üç önemli sansa sahipti. Aşık paşazade’nin Ahi yan-ı Rum, Gazi yan-ı Rum ve Bacı yan-ı Rum, Abdalan-ı Rum diye isimlendirdiği erenler, yığınlar halinde Anadolu'nun bu kesimine akıyordu. Bunlar Bizanslılara karsı yürütülen gazalara katılıyor, müritleriyle birlikte fethettikleri topraklarda zaviyeler kurarak bölge halkını İslama ısındırıyor, hatta onları Müslüman yapıyorlardı. Osmanlı Devletinin kurulusunda büyük hizmeti geçen bu Rum baba ve abdalları Anadolu'nun Türkleşmesi, iskânı ve İslamlaşmasında önemli görevler ifa etmişlerdir. Cihat ruhunu taşıyan Rum abdalları, Şeyh’lerinin gösterdiği yolda hareketle ordularla birlikte, hatta ordulardan önce Balkanlara geçmişler ve orada yaptıkları yoğun dini propagandalarla yerli halkı manen fethetmişlerdir.

Gönüllerini İslam fütuhatının cazibesine kaptıran ve eli silah tutan issiz güçsüz bir yıgın insan evlerini, köylerini bırakarak akıncılığa başlamışlardır. Ellerinde kılıç gönüllerinde zafer askı ile yürüyen bu akıncılar Balkanlara geçerek, fethedilen kale ve hisarlara yerleşmişlerdir. Bu yolla Rumeli'nde "Şevket-i İslam" günden güne nusret ve kuvvet bulmuştur. Balkanların manevi fatihi olarak bilinen Sarı Saltuk'un türbesi halen Varna'ya bağlı Kaligre kalesi içerisindedir.

b) Devletin Tarikatlar Karsısındaki Tavrı

Tarikatlar, toplum düzenini bozacak faaliyetlerde bulunmadıkları ve Ehl-i sünnete aykırı davranışları tespit edilmediği sürece devletin himaye ve desteğini görmüştür. Hatta devlet kırsal kesimlere inşa ettikleri zaviyeler vasıtası ile boş sahaları tarıma elverişli hale getirmeleri, göçebe halkın bir toprak parçasına iskân edilerek, yerleşik düzene kavuşturulması, Orta Asya içlerinden kopup gelen Türklerle bu topraklar üzerinde yasayan yerli halk arasında bir kaynaşmanın sağlanması konularında, tarikatların gösterdikleri olumlu faaliyetlerini görerek, yaptıkları temliklerle bunları teşvik etmiştir. Hükümdarlar ve devlet büyükleri inançlarından dolayı tarikatlara ilgi duymalarını yanında; bunların halkın üzerinde mevcut manevi nüfuzlarından yararlanarak, toplumun destek ve bağlılığını sağlamak gayesi ile de tarikat mensuplarını hoş tutmuşlardır. Osmanlı İmparatorluğu’nun kurucusu Osman Bey

(1281–1324)'in Şeyh Edibali'yi kendisine kayınpeder seçmesinde, Orhan Gazi (1324–1362)'nin

Geyikli Baba ile olan münasebetinde, Yıldırım Bayezid (1389–1402)'in Emir Sultan'a kızını vermesinde ve H.Murat (l421–1451)'ın aynı kişiden kılıç kuşanmasında, Fatih Sultan Mehmet

(1451-1481)'in Akşemseddin'i İstanbul'un fethinde hiç yanından ayırmamasında aynı düşünceler hâkimdir. Tarikatlara gösterilen bu derece büyük ihtimama rağmen, bunlar başıboş bırakılmamışlardır. Bursa'nın fethinden sonra, Orhan Gazi, o havalide mevcut tarikat ve dervişleri denetlemiş, davranışları İslamiyet’e ve Ehl-i sünnet itikadına uygun olmayanların "Çerağların ve alemlerin ellerinden alarak" bunları Bursa ve çevresinden uzaklaştırmıştır. Devlet tarafından alınan tedbirler, bu ve benzeri kişilerin İslami gerçek manada öğrenmeleri için medreseler açılması, camiiler de ders halkaları ihdas edilmesi, zaviyelere alim ve fazıl insanlar tayin edilmesi suretiyle sürdürülmüştür. Orhan Gazi Bursa'da insa ettirdiği zaviyenin şeyhliğine "Mevlana-yı İmam ve sadrü'l-humam, şeyh-u mesayıhı'l-İslam salik-i mesaliki tarikat kâşif-i esrarı'l-hakikat nuru'l-milleti ve'l-hakkı v'ed-din", vasıflarına sahip bir kimseyi tayin etmiştir. Bununla da yetinmeyerek, "zaviye-i mezburiye nüzulden hiç kimse men olunmaya, İlla meğerki fasık olup fıskını ilam ve izhar eyleye. Ve- yahut bînamaz ve tarik'üs-salât veya bid'at ehli olup bid'at ve dalaletini izhar eyleye.', dedikten sonra, bunların zaviyeye alınmamasını vakfiyesinde sart etmistir. Yine tarikat mensuplarının ibadet konusunda ihmalkâr olmamaları için vakıf Emir Ahmet bini Mehmet Buhari, "...camiin yanına yaptırdığı 10 hücreli zaviyede sakin olan sofiyyenin bitişikte bulunan camide beş vakit namazı cemaatle eda etmelerini vakfiyesinde istemiştir.

Devlet büyükleri aldıkları bu tedbirlerle kaynağını İslam'dan alan otoriteye dayalı bir adalet kavramı çerçevesinde, tebaa ile bütünleşmeyi ve bu yoldan içtimai istikrarı sağlamayı amaçlamaktadır. Bu amacın sonunda, güçlü bir devlete ve huzurlu bir topluma kavuşma arzusu yatmaktadır. Devlet kendini istediği bu hedefe götürecek her meşru vasıtaya başvurmuş; nihai hedeflerde sapmaya yol açan veya açacak davranışları sürekli kontrol ederek, gereken tedbirleri almakta hiç tereddüt göstermemiştir. Yıldırım Bayezid (1389-1402), davranışlarıyla devletin ön gördüğü adalet anlayışına ters düsen kadıları, toplatarak hapsettirmekten çekinmemiştir.

Batıni görüşlerle ayaklanan Baba İlyas ve Şeyh Bedreddin, kuvvet kullanılarak bastırılmıştır. Ancak devlet, her şeyin bununla bitmeyeceğinin farkındadır.

Din ve mezhep ayrılıklarını ortadan kaldırmayı ve insanları mistik bir Tanrı sevgisi etrafında toplamayı

amaçlayan Şeyh Bedreddin isyanının peşinden, Hacı Bayram Veli'nin temsil ettiği Ehl-i sünnete uygun Bayramiye tarikatının kurulması ve özellikle II. Murat’la (l42l-145l) Edirne'de yapılan görüşmelerden sonra devletçe sağlanan temlikler ve devlet büyükleri tarafından bu tarikat adına kurulan vakıflar 113, devlet-tarikat ikilisinin nihai hedefler için bütünleşmesine güzel bir örnek teskil etmektedir. Siyasi amaçlarla devlet-tarikat is birliğine bir başka misal de, II. Bayezid (l48l-15l2)'in, Mevlana (1207-1273) ile birlikte Hacı Bektaş-ı Veli'nin (l209-1270) türbelerini onartarak, Bektaşilerin gönlünü alması ve Şah İsmail (1502-1524)'in Doğu Anadolu'da başlattığı alevi ayaklanmasına bir karşı tedbir alarak, Balım Sultan (?-l516)'ı Diyarbakır ve havalisine göndermesi, Bektaşilerin Şah İsmail ile birlik olmasını önlemiş, böylece Yavuz Sultan Selim'in (15l2-1520) başarılı olması zeminini hazırlamıştır.

Bektaşi babalarının Yeniçeri ordusuna pir seçilmesi de sebepsiz değildir. Bu kararın alınmasında Bektaşi tarikatı prensipleri arasında gaza fikriyatının zikredilmesinin yanında; zannediyorum devşirmelerden meydana gelen Yeniçerilerin Türkleştirilip İslamlaştırılması gayesi de vardır. Devlet büyük halk kitlelerini her türlü sapmalardan korumak ve sağlıklı bir toplum meydana getirmek amacıyla İslami esaslara uygun faaliyet gösteren tarikat şeyhleri ile sürekli iyi ilişkiler içerisinde bulunmuş ve bu yolla tebaanın nabzını elinde tutmuştur. Bir zamanlar, aynı sistemden yararlanılarak Konya ve çevresinin Mevlana, Kırşehir ve çevresinin Hacı Bektaş-ı Veli, Ankara ve çevresinin de Hacı Bayram-ı Veli vasıtasıyla bir tek güvenlik görevlisine hacet kalmaksızın asayişi temin edilmiş,

yöre halkının devlete bağlılığı sağlanmıştır.

Sonuç

Bizans, İran ve Arapların çatısma alanı halinde bulunan Anadolu, Türklerin bu topraklara ayak bastıgı XI. yüzyılda, nüfus yoğunluğu, istikrar ve ekonomi bakımından en elverişsiz günlerini yaşıyordu.

İskân ve istikrar için olumsuz bu şartlar; 107l'den itibaren Türkmen Babalarının öncülüğünde Anadolu'nun iç kısımlarına akın eden soydaşlarımızın kurduğu zaviyelerin çevresinde meydana getirilen köy ve kasabalarla ortadan kaldırılmıştır. Kaynağını İslamiyet'ten alan, otoriteye dayalı adalet kavramı ile devlet tarafından sağlanan istikrar ortamı içerisinde, tarikat şeyhlerinin öncülüğünde Anadolu toprakları imar ve ihya edilmiştir. Hem mutasavvıf, hem savaşçı olan bu dervişler gurubu, yol kenarları ve bos topraklar üzerinde zaviyeler inşa ettikleri gibi, terk edilm, köy ve mahallelere de yerleşerek, eski dini yapıların yerine kendi dergâhlarını kurmuşlar ve sağlanan bu ortak noktadan hareketle yerli halkın İslamlaşmasını sağlamışlardır. Kaynaklara dayalı olarak anlatmaya çalışğımız hususlardan, devletleriyle bir bütünlük içerisinde XIII-XV. yüzyıllar arasında, dervişler eliyle Anadolu'nun iskânı ve İslamlaşmasında büyük çapta hizmet verildiği anlaşılmıştır. Ayrıca, ilk iskân ve İslamlaşma faaliyetlerinin ardından, nihai hedefler için, devlet millet bütünleşmesinde, tarikat mensuplarının toplum üzerindeki manevi nüfuzundan fazlasıyla yararlanılmıştır.

Devlet, isletilen bu sistem sayesinde toplumun nabzını elinde tutmuş ve tebaanın bağlılığını sağlamıştır.

Esasen bu sistem, bir bütün olarak, kendi dönemi içerisinde, nev-i sahsına mahsus orijinal metotlarla çalışarak, önemli bir görev icra etmiştir.